‘Başarısızlık şairin en büyük korkusu ve
karşısında hayal gibi duran sürekli arkadaşıdır..
Dave Smith
Öfkeli bir şair: Sylvia Plath
Raşel Rakella Asal
1932 de Boston’da doğdu. Doğuştan yetenekli, çok disiplinli
ve çalışkan bir öğrenciydi. Smith College’indeyken başarı
üstüne başarı elde ediyordu. Katılıp da kazanmadığı şiir yarışması
neredeyse yoktu. Edebiyat dalında çok üretken bir yazar olmaya çalıştı.
Olaylar herkesi etkilediğinden daha fazla etkiledi onu. Cambridge
Üniversitesine romancı Olive Higgins Prouty tarafından sağlanan
burs sayesinde girdi. Burada İngiliz edebiyatı üzerinde yüksek lisansını
aldı. Prouty onun sürekli dostu ve gözetmeni oldu. 1953’de
‘Mademoiselle’ dergisinin açtığı şiir yarışmasında birincilik ödülü
aldı. Ödül olarak bu dergide bir ay konuk yazı işleri müdürlüğünde
çalıştı. Akademik kusursuzluğu rahatsız edici boyutlara vardı.
Daha iyi yazma hırsı onu yetenekleri konusunda kuşkularının artmasına
neden oldu. Çalıştığı bu ortam onu zamanının ünlü yazarları
ile tanıştırdı, onlarla yakınlaştı. Kendine güveni sarsıldı.
İyi bir yazar olma hırsını taşıyordu. Dev isimler arasında
bulunmak onlarla yarışmak gereğini duymak dehşete kapılmasına ve
tüm yaşamını etkileyen çelişkilerini geliştirmesine neden oldu.
Harvard üniversitesi yaz okuluna yazarlık kursuna kabul edilmemesi
onu ruhsal bunalıma itti. Çeşitli elektro şok tedavilerinden
sonra intihara kalkıştı. 14 Temmuz l953 yazında geçirdiği
ruhsal çöküntüden önceki son günce girişi şöyle:
‘Bir öykü oku: Düşün. Yapabilirsin. Dahası,
yapmalısın, uyku sırasında sürekli kaçmamalısın – ayrıntıları unutmamalısın
– sorunları umursamazlık etmemelisin – kendinle dünya arasında ve
bütün parlak zekalı neşeli kızlar arasında duvar çekmemelisin -
: lütfen düşün – kurtul bundan. İnan, sınırlı benliğinden
daha yüce yararlı bir güce: Tanrım, tanrım, tanrım:
Neredesin? Seni istiyorum, ihtiyacım var: Sana ve sevgiye
ve insanlığa inanmaya. Böyle kaçmamalısın. Düşünmelisin.’
Ruhsal çöküntüsüne ilişkin elektrik şokları içeren tedavisi bittikten
sonra 1954’te Smith College’e geri dönüp, daha önce kendisinden
başka kimseye verilmemiş özel bir başarı belgesiyle mezun oldu.
Daha yürekli ve daha sevecendi. Birkaç şiir ödülü aldı. 1955’te
mezuniyetinden sonra Fullbright bursu kazanarak Cambridge’deki Newriham
College’e geçti. Orada genç İngiliz şair Ted Hughes ile tanıştı.
1956’da Dostoyevski’nin yapıtlarındaki ‘çift kişilik’ üzerine hazırladığı
tezle mezun oldu. Bu tezdeki başarısı ile okulun bütün
ilgisini üzerine toplamıştı. Edebiyat eleştirmenlerince tezinin
konusu olan ‘gerçek’ ve ‘sahte’ sorunuyla ne denli boğuştuğunun
göstergesi olarak yorumlandı.
Sylvia ailesinin ilk çocuğudur. Babası Otto Plath, Boston
üniversitesinde hayvan bilimcisi (zoology) ve Almanca öğretmenidir.
Sylvia’nın doğumundan iki yıl sonra oğlan kardeşi Warren doğar.
Alman göçmen Otto Plath aynı zamanda örümcek ve akrep gibi hayvanlar
üzerinde makaleler ele almış, arılar hakkında da bir kitap yazmıştır.
Avusturya göçmeni anne Aurelia Plath’in geniş entelektüel
çevre içinde bulunması onu çocuklarının eğitimi üzerinde iddialı
ve hırslı olmaya iter. Sylvia Plath’ın (Sylvia Plath: Bir
biografi) hayatını kaleme alan Linda Wagner-Martın’e göre baba Otto
Plath çocuklarına karşı son derece katıdır. Onlara pek zaman
ayırmaz ve onlara mesafelidir. Çocuklarının tek sevgi kaynağı
anneleridir. Sylvia Plath’ın kısa yaşamında annesine yazmış
olduğu üç yüze yakın mektup bunun en belirgin örneğidir.
1940 yılında, Sylvia sekiz yaşındayken babasını kaybeder. Babası
ihmal ettiği ve tedavi olmadığı şeker hastalığının kangrene çevirmesinden
dolayı vefat etmiştir. Baba kötüye giden sağlık durumunu
ailesinden saklamıştır. Bu ani ölüm karşısında anne Aurelia
Plath eşinin çalıştığı Boston üniversitesinde steno ve sekreterlik
dersleri vermeye başlar. Bu tarihten itibaren ailenin maddi
sıkıntıları hiç bitmez. Fedakar, mükemmeliyetçi bir kadın olan
annesi kızından da ‘en iyisi’ni ister. Kızından esirgediği
anlayış ve empati Sylvia Plath’in ruh sağlığını gittikçe
kötüleştirir. Annesinin desteğiyle okulun önde gelen öğrencilerinden
olsa da, okuldaki başarısı bile altüst olan ruhsal dengesini
onarmaya yetmez. 1953’te yirmi bir yaşındayken fazla dozda uyku
hapı alarak ilk intihar girişiminde bulunur.
Baba imgesi en belirgin imgelerindendir. Babası ile hep sorunlar
yaşamıştır. Plath, baba ile yaşadığı iletişimsizliğin
izlerini l963 yılındaki intiharına dek hep içinde taşır.
Bu çekişme Plath’ı manik depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli,
bezgin ve intihara yatkın bir duruma getirir. Sylvia Plath
babası ile olan bu olumsuz ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan
Nasyonal Sosyalizm ve lll. Reich rejimi ile özdeşleştirir.
‘Babacığım’ şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan
uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şair, kendisini de masumiyeti
sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir.
Bu konuda diğer bir yorum, Sylvia’nın babasına beslediği öfkenin
kaynağının, babasının erken yaşta ölerek onu yalnız bırakmasına
karşı babasına duyduğu sitemoldoğudur. Baba kendisi öldüğü için
o da şiirinde babayı öldürecek, böylece ondan bağımsızlaşacaktır.
‘Dikenli tellere takıldı kaldı/ich, ich, ich, ich/Güçlükle konuşurdum/Her
Alman’ı sen sanırdım/Hele o yüz kızartıcı dilin’
Plath’ın babasına duyduğu öfkenin boyutları oldukça korkutucudur.
Bu öfke yer yer karşılanılması zor bir intikam duygusuna dönüşür.
Bu duygunun baskınlığı Plath’in şiirlerinde cinayet işleme isteği
formunda açığa çıkar:
‘Babacığım öldürmek zorundayım seni.../Ben zaman bulamadan ölüverdin...’
Yaşamı boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nin intiharından
önce yazdığı ve geniş yankılar uyandıran ‘Babacığım’ şiirinin son
dizelerinde artık önü alınamaz bir hale gelir:
‘Baba, baba, seni piç/Artık seninle işim tamamen bitti’
Hayatına girmiş ya da hayatını belirlemiş erkekleri tehdit eder
bir bakıma bu şiirinde. Öldürmek istediği eril ideoloji ve
faşist patriyarkadır. Yaşamındaki tüm haksızlıkların sorumlusu
olarak gördüğü babasına Yahudi tutsaklar üzerinde biyolojik deneyler
yapan Alman doktorların kimliğini yakıştırır bu şiirinde.
Babayla buluşma onu ölüme çağırır, ancak yeniden doğuşa da bir davetiyedir.
Bu yeniden doğuş sayesinde, erkekleri yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.
‘Ben diriliyorum, kalkıyorum işte/Küllerin arasından, kızıl saçlarımla/Ve
insan yiyorum hava solurcasına’
1956’da Ted Hughes’la evlendi. Karı koca şairler dünya görüşlerini,
yazımsal kaynaklarını paylaşırlar, birbirlerini eleştirdiler.
O güne değin Plath teknik üstünlüğe ermiş, şiirlerini zekice yapılandırmıştı.
Kullandığı sözcükleri özenle seçmeliydi, hatta sürekli yeni
sözcük türetiyor, şiir içinde ölçüye dikkat ediyordu. Tek
sıkıntısı yavaş üretmesiydi. Daha üretken olmak için üzerinden
baskıları atmalıydı. Şair kocası ona çeşitli yazma alıştırmaları
gösterdi, yeni konular bulabilmek için bilinç dışına ulaşmanın
yöntemlerini denemesini önerdi. Plath kocası Ted Hughes’e
tıpkı babası gibi putlaştırıp onun beğenisini, onayını bekliyor
ve şiirlerini on sunarken çok heyecanlanıyordu. Kocası YMHA
Şiir Merkezi İlk Basım ödülü aldığı zaman annesine yazdığı bir mektupta
şöyle diyordu.
‘yayımlanan kendi kitabım olsa daha mutlu olmazdım... aramızda
rekabet diye bir şey yok, yalnızca karşılıklı sevinç ve ödül kazanan
yapıtlarımızı ikiye katlama duygumuz’
‘...hiçbir zaman olmadığım gibi şiir yazıyorum; en iyilerini,
kendi içimde güçlüyüm ve dünyada benim dengim olabilecek bir adama
aşığım...’
Oysa aralarında büyük bir rekabet olduğu kesindi. Plath ve
Hughes’ın şiir anlayışları tamamen birbirlerinden farklıydı.
Hughes akıllcı şiirler yazmak peşindeydi, Plath daha tutkulu ve
duygusal şiirler yazmaktan yanaydı. Hughes edebiyat alanında
alkışlanırken, Plath’in öfkesi kınanıyordu. Plath iki çocuk
annesi biri gibi hanım hanımcık yazmıyordu, oysa Hughes tam cinsel
kimliğine uygun, yani ‘adam gibi’ yazıyordu. Ayrıca, Hughes Sylvia
Plath’in eşi olarak karısının tüm yayın haklarını elinde tutuyordu.
Hatta onun toplu şiirlerinin kapağına ‘Ted Hughes tarafından
yayına hazırlanmış ve sunulmuştur’ diye yazılmasına Sylvia Plath’in
engel olmaması, Plath’ın Hughes’ı gözünde ne derece
büyüttüğünün göstergesidir.
1957 yılında Cambridge’deki çalışmalarını tamamladıktan sonra kocası
ile Amerika’ya döndü. Boston’da Robert Lowell’in verdiği şiir yazımı
seminerine katıldı. Lowell’dan etkilendi. Daha az kontrollü,
biçimde daha bireysel ve son derece kişisel yaşantılarının özgürce
yansıtıldığı şiiri tanıdı, benimsedi.
1957 – 1959 yılları arası ‘The Red Book’ (çocuk şiiri) ve ‘Johnny
Panic’ ve ‘In the Bible of Dreams’ adı altında öyküler yazdı.
1960’da ilk şiir kitabı ‘The Colossus’ yayımlandı, çok olumlu eleştiriler
aldı. Uygarlık sembollerinden biridir Colossus. Bu heykel
Rodos limanının girişinde bulunan Yunan mitolojisinden Güneş
Tanrısının heykelidir. Antik dünyanın yedi harikasından biri
olarak kabul edilir. Bu heykel M:Ö 224 yılında bir deprem
sırasında yıkılmıştır. Gösterişli biçimde büyük, ezici, ve
insanları küçümseyen bakışlar fırlatan bu heykeli, Sylvia
Plath ‘The Colossus’ şiirinde babasıyla özdeşleştirirken, bir yandan
da varlığını ‘anıtlar’ dikerek süsleyen uygarlığı eleştirir. Bazıları
da şiirde verilen ‘parçalanmışlık’ duygusunu dünya savaşlarının
ardından insanlığın uğradığı kişilik bölünmesi olarak da yorumlamışlardır.
Babasını bu heykel gibi paramparça görür; tıpkı onun gibi
‘taş gibi soğuk’ ve ‘yıkık’. Şöyle ifade eder:
‘Seni hiçbir zaman bütünüyle birleştiremem artık,/Kırık parçalarını
ucuca getirip, yapıştırıp'.
Yarı otobiyografik olan tek romanı Sırça Fanus’ta, 1950’lerin
Amerika’sında kadın olmanın ne anlama geldiğini de sorguladı.
Sırça Fanus imgesi kadını çevreleyen toplumu ifade ettiği kadar,
kadının toplumun onu koyduğu yerden çıkışsızlığını da dile getirir.
Fanusta yaşamaktan kurtulmak için ölmek, bu rüyadan uyanmak gerekir.
Ama orada ölmek de yaşamak kadar zordur, çünkü ölmek ‘bir sanattır,
her şey gibi.’ Bu romanında 1953’deki ruhsal bunalımından yola çıkarak
‘ben’ini bütünlemeye çalışan ve kendine özgü yeni bir benlik arayışı
içinde olan yazarlık yeteneğine sahip genç bir kadının öyküsünü
anlatır. Bu kitapta bir çıkış yapacağını ve adının tanınmış
yazarlar arasında anılacağını ummuştu. Bu başarısızlık onu
roman yazmaktan ürkütür. Tekrar dergilere kısa öyküler yazmayı
sürdürür.
‘Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu
çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl
bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi
tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür’.
Evliliğinden iki çocuğu olur. Ancak aradığı dinginliği bir
türlü kocasından bulamaz. Evlilikten beklediği koruyucu erkek
imgesi yerini ev işleri ve mutfak alır. Hatta intiharını da
mutfakta gerçekleştirir. Evlilikten aradığını bulamaz.
Bu beraberliği yapay, dayanılması zor, karşılıksız ve sadakatsiz
bir süreç olarak niteler ‘Aday’ şiirinde. Evlenmeyi düşünenlere
ya da evlenmiş olanlara bir öğüt niteliği taşır şiir:
‘Çay getirecek/Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak/Bir
el/Evlenir misin/Garantisi var’
Yaşamına eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı
Plath’ın ruhsal durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir.
Plath’in dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik
konusundaki komplekslerinin kocası Ted Hughes üzerinde bir baskı
oluşturmasına neden olmuş ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları
potansiyel birer rakip olarak algılamıştır. Bu korkunun izinden
giden Sylvıa, ev sahibi ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi
Plath’ın ruhsal bunalımlarının artmasına yol açar. Kendisini
hapis hayatında yaşıyor olarak betimlediği ‘Sırça Fanus’ta kocasının
bu sadakatsizliğine değindiği bölümler kocası tarafından sansüre
uğrar ve kitaptan çıkarılır. Bu noktadan sonra Plath yalnız
bir kadındır ve ölüm arzusunu şiirlerinde yoğun olarak işler.
Böylece şiddet Plath şiirinin ana imgesi olmuştur. Plath kocasının
da bulunduğu evini canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetir:
‘Pek yakında, evet pek yakında/Mezar inimin yediği etim/Gene
üstümde olacak eve gittiğimde’
Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’ı korumasız bir gemiye ya da koruması
gereken bir gemiye saldırıda bulunan II. Dünya Savaşı Japon
intihar uçaklarına benzetir:
‘O ince/Kağıtsı duygu/Sabotajcı/Kamikaze adam’
Sylvia aldatılan her kadın gibi Ted Hughes’e boşanma davası açar.
Mahkeme sürecinde edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da
bu kararlarından vazgeçirmek için arabuluculuk yaparlar. Ted
Hughes çocuklarının annesinden defalarca özür diler, ancak her bağışlama
yeni bir aldatma ile sonuçlanır. Hughes Sylvia’dan vazgeçemediği
kadar, Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen kadınlardan
da vazgeçemez. Bir süre sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya
başlarlar. Bu arada Slyvia Plath’in şiirlerini okuyan bir
basım evi sahibi bu şiirleri basar. Bu şiirleri İngiltere’de
olumlu karşılanır. Ancak bu başarı bile Sylvia’yı intihardan
kurtaramaz. 1963 yılında iki çocuğunu yataklarına yatırır, gazdan
etkilenmesinler diye pencerelerini açar, üzerlerini açık bir nokta
kalmayacak şekilde örter, kızı Freida’nin başucuna bir bardak süt
bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına sokarak intihar eder.
Yanı başında üstünde doktor çağrılmasını isteyen bir not duruyordu’.
Takip eden yıllar boyunca mezar taşındaki Hughes soyadı Plath hayranlarınca
defalarca tahrip edilir.
1962’de bir kadınlar koğuşunda geçen manzum kısa oyunu ‘Three Women’
(Üç Kadın)’ı küçük oğlu Nicholas’ın doğumundan hemen sonra
radyo tiyatrosu için yazdı. Ted Hughes evi terk etmişti. Eleştirmenler
bu şiirsel tiyatro metnini şiir açısından onun en kusursuz ve en
dokunaklı şiiri olarak değerlendirmişlerdir. Metin üç ayrı
kadının konuşmalarından kurgulanmıştır. İlk kadın normal
bir doğum yapmıştır. İkinci kadın ise düşük yapmıştır.
Üçüncü kadın çocuğunu evlatlık vermeye karar vermiştir. Bu
üç kadın aracılığıyla kadın duyarlılığının yansıtıldığı bu kadın
deneyimleri bize bir söylev gibi ulaşır. Evlilik erkekle kadın
ruhları tarafından lanetlenmiş bir evde birlikte yaşamak olarak
resmedilir:
(...)ellerim/Bu malzemenin üstüne güzel işlemeler yapar. Kocam/Bir
kitabın sayfalarını çevirir de çevirir./İşte şimdi evde birlikteyiz,
akşam saatleri.
Bu aile tablosu mutsuzluğun resmidir adeta. Aile kurumuna
olan tepkisi çok sert ve katıdır. Gene aynı şiirde kadının
içine kapatıldığı erkek dünyasına tepkiyle yaklaşır:
‘Ben birinin karısıyım’
Kocasının kendisini terk etmesinden sonraki sekiz ay boyunca ‘öfke
ve yoğun kararlılıkla’ yazdı. Son aylarında ‘Hayatımın en güzel
şiirlerini yazıyorum’ demişti ve gerçekten de yazmıştı. Öfkesiyle
yapacak bir şey bulmuştu: şiire sarıldı ve şiir yazdı.
Kendi dünyasına başı dik olarak gitmenin bir aracıydı öfke.
Son şiirleri tamamen onu travmaya iten olayların bir dökümü, bir
itirafıdır. Öfkesinden kendini doğuran bir şair oldu. Travmasıyla
yüzleşme alanı olarak sanatını kullandı. Gücünü çok iyi şiir yazdığının
bilincinde olmasından aldı. Şiirleri ile adını yaratacağından
(‘yeniden doğuş’ ) emindi. Özgeçmişini ele alan yeni bir romana
başlamıştı. Bu romanda yeniden doğuşun coşkusu ile bitecekti.
1963 de en güçlü on şiiri Encounter dergisinde yayımlandı ve çok
büyük ilgi gördü.
1965 de son şiirlerinden oluşan ‘Ariel’ İngiltere’de yayımlandı.
1966 da Robert Lowell’in desteği ile ‘Ariel’ ve 1971 de ‘Sırça Fanus’un
Amerika’da yayınlanması ile kadın özgürlük hareketlerinin sembolü
oldu.
M. L. Rosenthal, onun şiirini ‘giz dökümcü’ (confessional) olarak
niteleyince ‘tanımlara, etiketlere sığmak istemeyen Plath da sonunda
bir gruba ait oldu. Ona yakıştırılan ‘giz dökümcü’ etiketi
birçok eleştirmen tarafından benimsenmiştir.
1981 de Toplu Şiirler (The Collected Poems) yayımlandı.
Bu kısa yazın hayatına sığdırmayı başardı onca şiir, mektup, günce,
öykü, oyun ve romanlardan Crossing the Water 1971 Winter Trees l972,
Letters Home 1975 Toplu Şiirler 1975 te yayımlanmıştır.
1982 de ‘Journals’ (Günceler) yayımlandı ve kısa bir süre sonra
Pulitzer ödülüne layik görüldü.
Henüz ortaya çıkmamış yapıtları da olduğu söylenir.
1962 ile ölümü arasındaki döneme (kocasından ayrıldıktan sonra)
ait günceleri kayıptır. Bu günce defteri kocası tarafından
‘çocuklarım okumamalı’ gerekçesi ile imha edilmiştir.
Şiirlerinde şiddet içerikli imgeler kullanan şair Sylvia Plath,
son yüzyılın gerek eserleri ve gerekse de yaşamı ele alındığında
en çarpıcı isimlerinden birisidir. Kısacık hayatında bize
kadın yaşamından sahneleri dizelerinde aktardı. Bunu hem şiirlerinde,
hem de yazdığı iki romanında ve günlüğünde yansıtarak kendi feminist
uyanışının da habercisi oldu. Plath’in belleğimizden silinemeyen
şiirleri kadının köleleştirilmesi, kadının öfkesi, kadının isyanına
dairdir. Kendi bastırılmış kadın sesinden bir söyleşidir bu.
O bir kadın, bir anne ve bir şairdi. Kendini ‘hiç’in içine
atarak var olmaya çalıştı. Varlığının anlamını sorgularken
kendini ‘hiç’likte buldu. Psişik sesini bu hiçlikten fırlattı
ortaya. Şiiri giderek şiddetlendi; kan, jilet, parmak kesilmesi,
yaralar, ateş ve hastalık gibi imgelerle sarmalandı.
Hiç kuşkusuz Sıgmund Freud’u ve James Frazer’i okumuş olması, ona
psiko-analitik ve mitolojik boyutlu şiirler yazmasına katkı sağlamıştır.
Feminist bakış açısıyla yazarak, o güne değin şiirde bir ilke de
imza atmıştı. Onun şiir dünyası öyle tahrip edici
bir hüzünle yüklüdür ki, yalnız bu şiirleri yazanı değil, okuyucuyu
da sarsar. Öyle ki, bu şiirlere katlanmak çok acıtıcı olur.
Bu şiirlerin can yakıcı yanı, onları kendi yaşamında yaşayıp yaşamadığına
dair belirgin bir yanı olmamasıdır. Sylvia Plath şiirleri
yaşamla sanat arasındaki o çok ince sınırda gezinir. Bir taraftan
deneyimlerini sergilemekten çekinmez gibi bir görüntü verirken,
bir yandan da bu sergiledikleri okuyucunun gözünde hiçbir
zaman saydamlık kazanmaz. Tecrübelerine sadece ima yoluyla
değinmesi ve imgelerle kendini ifade etmesi , bu tecrübelerini çok
zengin bir boyuta taşır.
7 Haziran 2007
Kaynakça:
1)
Tanrı’yla Bir Daha hiç Konuşmayacağım, Enis Akın, Dünya yy,2004
2)
Steven Axelrod, University of California Riverside pres,
sept 2003
3)
Tasha Whitton, Sylvia Plath: A search for Self (Internet)
4)
Aurelia Schober, Plath, Letters Home. New York:Harper
& Row, 1975 (Internet)
5)
Hüseyin Cahid Doğan, Plath şiirinde eril etki, dergibi.com
(Internet)
|
|
BAYAN LAZARUS
İşte yine yaptım
Her on yılda bir
Böyle bir tane beceririm
Bir tür ayaklı mucize, tenim
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak,
Sağ ayağım
Tüy kadar hafif
Yüzüm ifadesiz, incecik
Yahudi kumaşından.
Çözün kundağı
Ah, sevgili düşmanım.
Korkutuyor muyum? -
Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
Acı nefesi
Ertesi gün yok olacak.
Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gücü
Evimde, etimde olacak
Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.
Bu Üçüncü Sefer.
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha.
Bu ne çok iplik.
Çekirdek yiyen kalabalık
İtişir içeri görmek için
Ellerimi ayaklarımı çözmelerini -
Muhteşem soyunmalar.
Baylar, bayanlar
Bunlar ellerim benim,
Bunlar dizlerim.
Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez,
Ben de onlardandım, tek tip kadın işte
İlk seferinde on yaşındaydım.
Kazaydı.
İkinci seferinde istedim
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.
Üstüstüme kapaklandım.
Tıpkı bir midye gibi.
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan
Solucanları
Ölmek
Bir sanattır, herşey gibi.
Özellikle iyi yaparım.
Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
Sanki gider gibi bir davete.
Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi
Güneşli bir günde geri gel
Aynı yere, aynı yüze, zalim
Eğlenen çığrışlara:
'Mucize!'
İşte bu yere yıkar beni.
Ama bir bedeli var.
Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.
Kalbimi dinlemenin ----
Hakikaten çalışıyor.
Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
Bir sözün, veya bir dokunuşun.
Ya da biraz kanımı akıtmanın.
Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.
Eee, Herr Doktor.
Eee, Herr Düşman.
Sizin eserinizim ben,
Paha biçilmez,
Altın topu bebeğinizim
Bir çığlığa eriyen
Dönüyorum ve yanıyorum.
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.
Kül, kül -
Külü eşele bak.
Etten kemikten eser yok----
Bir kalıp sabun
Bir nişan yüzüğü
Altın bir diş.
Herr Tanrı, Herr Şeytan
Savulun
Savulun.
Küllerin arasından
Doğrulurum kızıl saçlarımla
Ve çıtır çıtır adam yerim.
Sylvia PLATH
Çeviren : Enis AKIN
|
|